07 Mayıs, 2015

İpek Hanım Çiftliğinde Bir Gün




Yazdığım satırları takip ediyorsanız, mutlaka Pınar Kaftancıoğlu ismini ya da İpek Hanım Çiftliği’ni duymuşsunuzdur. Geçtiğimiz haftasonu, kurduğu iş sistemiyle insanı hayrete düşüren bu nadide insanı tanıma ve Nazilli’de 1 gece geçirme imkanı bulduk. Kalbimizi muhteşem manzaralı yayla evlerinde bırakıp döndük.

İpek Hanım Çiftliği

Kızım ek gıdaya geçtiğinde ne yedirebilirim kaygılarıyla tanıdım ürünlerini. Yaklaşık 4 senedir evimin temel ihtiyaçlarını İpek Hanım Çiftliğinden karşılıyorum. Uzun zamandır kendisiyle tanışmak ve çiftliği ziyaret etmek için fırsat kolluyordum. En sonunda gerçek oldu: hem fiziken hem de ruhen güzel insanların toplandığı çiftliğe konuk olduk.
Pınar Hanım’ı hem kendisi, hem de ziyaret edenleri o kadar çok anlattı ki, üstüne söyleyecek söz kalmadı. Bilmeyenler için kısaca ifade etmek gerekirse, burası doğal yöntemlerle tarım yapan, ekmek, peynir, zeytinyağı, sabun, bakliyat, yeşil sebze üreten ve her hafta mail yoluyla sipariş alan bir çiftlik. Farklı bir iş modeli kurarak Nazilli’nin Ocaklı Köyü’nde büyük bir istihdam sağlıyor. Anneler çocuklarından ayrılmak zorunda olmadan çalışıyor ve en güzeli de insanlar kendi işleri gibi mutlular. Pınar Hanım öyle doğal ki, emirler saçan bir patron ve korkulu işçiler yerine; samimi bir aile ortamı var. Herkesin güleryüzü ve sıcacık Ege şivesi sizi sarmalıyor. Sanki burada gerçek gıda insanların bozulmasını engellemiş, zamanı da yavaşlatmış gibi…

Çiftlik Evi, Atölyeler, Tarlalar ve Hayvanlar

Yoldan geldik diye önümüze kurulan kahvaltı, masada duran rengarenk güller, ofisin güzel kızları, Pınar Hanım ile sohbet… Tam hayal ettiğim gibi. Neyse ki zaman yavaş akıyor. Taş evin muhteşem bir bahçesi var: köpekler, kediler, tavus kuşları, tavuklar, horozlar… Sakin sakin makarna yapan, yufka açan, sütü işleyen ablalar… Her yer tertemiz, kıyafetler bir örnek, başlarda bone… Henüz kaynamış taze sütten yapılan ikram… Sabunların bulunduğun odanın kokusu…

Evin bahçesi ve atölyelerden sonra tarlaları geziyoruz. Köyde yaşayan insanlar iyi eğitimli ve diploma sahibi. Sabun yapan amca bize sabun formülünü “asit + baz = tuz” cevabıyla özetleyerek bizi şaşırtıyor ve dahası bir göz odada yaşamayı tercih eden amcanın yüksek lisans sahibi olduğunu öğreniyoruz. Tarlaları süren çiftçi amca ilk kez gördüğümüz lazerli bir alet kullanıyor ve bunun sebebini “tarlayı homojen yapıp, suyun eşit dağılması olduğunu, burada 3.kademe domates ekimi yaptıklarını, böylece domateste süreklilik sağladıklarını” belirtiyor. Domates ekili alanları geçip, erik ağacına ulaşmaya çalışırken portakal çiçeklerinin kokusu başımızı döndürüyor. Sanki böyle güzel bir koku duymadık.
Tarlalardan ineklerin olduğu bölüme geçiyoruz. Buzağılardan pembe burunlu Melek’e bayılıyoruz. Hemen elimizi emmeye çalışıyor. Belki de ilk kez bir buzağıya dokunuyoruz. Diğerleri ise iştahla taze kesilmiş otları yiyorlar. Biz de uzattığımız otları, upuzun dilleriyle çekişlerini izliyoruz. Hani inekler genellikle pislik içinde olurlar ya, bunlar tertemiz. Kapalı kapılar ardında değil, yanları tamamen açık, havadar bir yerde duruyorlar. Pınar Hanım beslediği hayvanların kesilmesine karşı olduğu için 15 yaşında kocaman bir ineğe hayretle bakıyoruz. Torun, anne, anneanne, maaile birlikte yaşıyorlar. Sayılarının artmasıyla kısıtlı olarak dışarı çıkar olmuşlar. Bunun için de bol bol taze ot biçiyorlarmış.
İneklerden sonra koyunların, köpeklerin ve atların olduğu yere ilerliyoruz. Bir kuzuyu sevmek için kucağımıza alınca, annesinden ayrılma heyecanıyla nefessiz kalıp öksürmeye başlıyor. Sevimli kuzuyu korkuttuğumuz için üzülüyoruz. Biraz sonra neyse ki düzeliyor. İki de güzel at görüyoruz. Pınar Hanım’ın dediğine göre bunlar kesilmekten kurtulan atlarmış.

Yayla Evleri

Gelelim aylardır hayalini kurduğum yayla evlerine. Sadece kuş sesleriyle uyanacağım bir yer hayal etmiştim. Çiftlikten 20-25 dakika uzaktaki bu yayla hayallerimin de ötesinde: Etraf yemyeşil, küçük bir su kaynağı şırıl şırıl akıyor, tavuklar sakin sakin geziniyor, dağlarda koyunlar ve keçiler çıngıl çıngıl dolanıyor, tertemiz hava ciğerlerinize doluyor ve sessizlik… Burada bahar tüm cömertliğini sergilemiş. Papatyalar bile bir başka açmış. Yağmurlar bereketiyle her yeri yeşertmiş. Kuşlar cıvıldaşıyor… Yağmur bile öyle güzel yağıyor ki, ateşin başında ısınarak açık havada yağmuru izliyoruz.

Gerçek Kahvaltıya Buyrunuz

Bu güzel ortamda insan ne yese beğenir ya, börülceli tarhana çorbası, bakla, yoğurt, erişte ve portakal kabuklu sütlaç müthiş geliyor. Akşam yemeğinde bezelye ve etli pilav var. O kadar güzel ki yemekler, evde hissediyorum kendimi. Sabah kahvaltısı ise tek kelimeyle muhteşem: Peynirler, lor (ayranın kestirilmesiyle yapılıyormuş), değişik değişik reçeller, bal, tahin, tereyağı, domates, maydanoz, kızarmış patates, kabaklı börek, omlet, yağda yumurta, portakal suyu ve kızarmış köy ekmeği… Zaten uzun zamandır dışarıda yemek yiyemez olmuştuk, kalitesiz yağlar, lezzetsiz ekmekler, bayat sebzeler çok rahatsız ediyordu; artık İstanbul’un en pahalı yerinde kahvaltı etsek tatmin olamayız herhalde.
Kuş seslerini zihnimize, bol oksijeni ciğerlerimize ve gözümüzü şenlendiren yeşil bitki örtüsünü anılarımıza doldurup, İstanbul’un hay huyuna geri dönüyoruz. Anadolu’da hala güzel bir insanlık kültürünün yaşadığına tanık olduğumuz için kendimizi şanslı sayıyoruz. Salzburg’a giden dostumuzun hissettiklerini, biz kendi vatan toprağımızda hissediyoruz: “İnsanın burada ömrü uzar”.

Hiç yorum yok :

Söyleyecek sözünüz mü var?