Yazdığım satırları takip ediyorsanız, mutlaka Pınar
Kaftancıoğlu ismini ya da İpek Hanım Çiftliği’ni duymuşsunuzdur. Geçtiğimiz
haftasonu, kurduğu iş sistemiyle insanı hayrete düşüren bu nadide insanı tanıma
ve Nazilli’de 1 gece geçirme imkanı bulduk. Kalbimizi muhteşem manzaralı yayla
evlerinde bırakıp döndük.
İpek Hanım Çiftliği
Kızım ek gıdaya geçtiğinde ne yedirebilirim kaygılarıyla
tanıdım ürünlerini. Yaklaşık 4 senedir evimin temel ihtiyaçlarını İpek Hanım
Çiftliğinden karşılıyorum. Uzun zamandır kendisiyle tanışmak ve çiftliği
ziyaret etmek için fırsat kolluyordum. En sonunda gerçek oldu: hem fiziken hem
de ruhen güzel insanların toplandığı çiftliğe konuk olduk.
Pınar Hanım’ı hem kendisi, hem de ziyaret edenleri o kadar
çok anlattı ki, üstüne söyleyecek söz kalmadı. Bilmeyenler için kısaca ifade
etmek gerekirse, burası doğal yöntemlerle tarım yapan, ekmek, peynir, zeytinyağı,
sabun, bakliyat, yeşil sebze üreten ve her hafta mail yoluyla sipariş alan bir
çiftlik. Farklı bir iş modeli kurarak Nazilli’nin Ocaklı Köyü’nde büyük bir
istihdam sağlıyor. Anneler çocuklarından ayrılmak zorunda olmadan çalışıyor ve
en güzeli de insanlar kendi işleri gibi mutlular. Pınar Hanım öyle doğal ki, emirler
saçan bir patron ve korkulu işçiler yerine; samimi bir aile ortamı var. Herkesin
güleryüzü ve sıcacık Ege şivesi sizi sarmalıyor. Sanki burada gerçek gıda insanların
bozulmasını engellemiş, zamanı da yavaşlatmış gibi…
Çiftlik Evi,
Atölyeler, Tarlalar ve Hayvanlar
Yoldan geldik diye önümüze kurulan kahvaltı, masada duran
rengarenk güller, ofisin güzel kızları, Pınar Hanım ile sohbet… Tam hayal
ettiğim gibi. Neyse ki zaman yavaş akıyor. Taş evin muhteşem bir bahçesi var:
köpekler, kediler, tavus kuşları, tavuklar, horozlar… Sakin sakin makarna
yapan, yufka açan, sütü işleyen ablalar… Her yer tertemiz, kıyafetler bir örnek,
başlarda bone… Henüz kaynamış taze sütten yapılan ikram… Sabunların bulunduğun
odanın kokusu…
Evin bahçesi ve atölyelerden sonra tarlaları geziyoruz. Köyde yaşayan insanlar iyi eğitimli ve diploma sahibi. Sabun yapan amca bize sabun formülünü “asit + baz = tuz” cevabıyla özetleyerek bizi şaşırtıyor ve dahası bir göz odada yaşamayı tercih eden amcanın yüksek lisans sahibi olduğunu öğreniyoruz. Tarlaları süren çiftçi amca ilk kez gördüğümüz lazerli bir alet kullanıyor ve bunun sebebini “tarlayı homojen yapıp, suyun eşit dağılması olduğunu, burada 3.kademe domates ekimi yaptıklarını, böylece domateste süreklilik sağladıklarını” belirtiyor. Domates ekili alanları geçip, erik ağacına ulaşmaya çalışırken portakal çiçeklerinin kokusu başımızı döndürüyor. Sanki böyle güzel bir koku duymadık.
Tarlalardan ineklerin olduğu bölüme geçiyoruz. Buzağılardan
pembe burunlu Melek’e bayılıyoruz. Hemen elimizi emmeye çalışıyor. Belki de ilk
kez bir buzağıya dokunuyoruz. Diğerleri ise iştahla taze kesilmiş otları
yiyorlar. Biz de uzattığımız otları, upuzun dilleriyle çekişlerini izliyoruz.
Hani inekler genellikle pislik içinde olurlar ya, bunlar tertemiz. Kapalı
kapılar ardında değil, yanları tamamen açık, havadar bir yerde duruyorlar.
Pınar Hanım beslediği hayvanların kesilmesine karşı olduğu için 15 yaşında
kocaman bir ineğe hayretle bakıyoruz. Torun, anne, anneanne, maaile birlikte
yaşıyorlar. Sayılarının artmasıyla kısıtlı olarak dışarı çıkar olmuşlar. Bunun
için de bol bol taze ot biçiyorlarmış.
İneklerden sonra koyunların, köpeklerin ve atların olduğu yere
ilerliyoruz. Bir kuzuyu sevmek için kucağımıza alınca, annesinden ayrılma
heyecanıyla nefessiz kalıp öksürmeye başlıyor. Sevimli kuzuyu korkuttuğumuz
için üzülüyoruz. Biraz sonra neyse ki düzeliyor. İki de güzel at görüyoruz.
Pınar Hanım’ın dediğine göre bunlar kesilmekten kurtulan atlarmış.
Yayla Evleri
Gelelim aylardır hayalini kurduğum yayla evlerine. Sadece
kuş sesleriyle uyanacağım bir yer hayal etmiştim. Çiftlikten 20-25 dakika
uzaktaki bu yayla hayallerimin de ötesinde: Etraf yemyeşil, küçük bir su
kaynağı şırıl şırıl akıyor, tavuklar sakin sakin geziniyor, dağlarda koyunlar
ve keçiler çıngıl çıngıl dolanıyor, tertemiz hava ciğerlerinize doluyor ve
sessizlik… Burada bahar tüm cömertliğini sergilemiş. Papatyalar bile bir başka
açmış. Yağmurlar bereketiyle her yeri yeşertmiş. Kuşlar cıvıldaşıyor… Yağmur
bile öyle güzel yağıyor ki, ateşin başında ısınarak açık havada yağmuru
izliyoruz.
Gerçek Kahvaltıya
Buyrunuz
Bu güzel ortamda insan ne yese beğenir ya, börülceli tarhana
çorbası, bakla, yoğurt, erişte ve portakal kabuklu sütlaç müthiş geliyor. Akşam
yemeğinde bezelye ve etli pilav var. O kadar güzel ki yemekler, evde
hissediyorum kendimi. Sabah kahvaltısı ise tek kelimeyle muhteşem: Peynirler,
lor (ayranın kestirilmesiyle yapılıyormuş), değişik değişik reçeller, bal,
tahin, tereyağı, domates, maydanoz, kızarmış patates, kabaklı börek, omlet,
yağda yumurta, portakal suyu ve kızarmış köy ekmeği… Zaten uzun zamandır
dışarıda yemek yiyemez olmuştuk, kalitesiz yağlar, lezzetsiz ekmekler, bayat
sebzeler çok rahatsız ediyordu; artık İstanbul’un en pahalı yerinde kahvaltı
etsek tatmin olamayız herhalde.
Kuş seslerini zihnimize, bol oksijeni ciğerlerimize ve
gözümüzü şenlendiren yeşil bitki örtüsünü anılarımıza doldurup, İstanbul’un hay
huyuna geri dönüyoruz. Anadolu’da hala güzel bir insanlık kültürünün yaşadığına
tanık olduğumuz için kendimizi şanslı sayıyoruz. Salzburg’a giden dostumuzun
hissettiklerini, biz kendi vatan toprağımızda hissediyoruz: “İnsanın burada
ömrü uzar”.
Hiç yorum yok :
Söyleyecek sözünüz mü var?